20 Şubat 2023 Pazartesi

Çin'in modernleşme yolu ve gelişmekte olan ülkelere sunduğu referans

Modernleşme, Batı'da 15. yüzyılda, özellikle 18. yüzyılda Sanayi Devrimi'nden sonra, Keşifler Çağı'ndan itibaren başlayan önemli bir tarihsel süreçtir. Geleneksel tarım toplumundan modern sanayi toplumuna geçiş, hızla gelişen bilim ve teknoloji ve giderek artan geçim kaynaklarıyla ekonomiyi hızla geliştirme özelliklerine sahiptir. İlk olarak birkaç Batı ülkesinde başlayan modernleşme tüm dünyaya yayılmış ve tüm ülkelerdeki insanların ortak özlemi haline gelmiştir. Çin modernleşmesi, Çin Komünist Partisi liderliğindeki sosyalist modernleşmedir. Batı ülkelerinin modernleşmesinde ortak olan unsurları içermekle birlikte, aynı zamanda, Çin bağlamına özgü özelliklere sahiptir.

Çin modernleşmesi, büyük bir nüfusun modernleşmesidir. Çin modernleşmeyi başarır ve yüksek gelir düzeyine sahip bir ülke haline gelirse, yüksek gelirli ekonomilerde yaşayan dünya nüfusunun yüzdesini iki katından fazla artırarak yüzde 16'dan yüzde 34'e çıkaracaktır.

Çin modernleşmesi, herkes için ortak refahı amaçlayan modernleşmedir. Batı modernleşmesi, Sanayi Devrimi'nden sonra büyük miktarda zenginlik yarattı. Fakat bu süreç, aynı zamanda, zengin ve yoksul arasında artan bir kutuplaşmaya da neden oldu.

Çin modernleşmesi, hem maddi hem de kültürel-etik ilerleme amaçlayan modernleşmedir. Batı, modernleşme sürecinde büyük bir maddi zenginlik üretilirken, kültürel-ahlaki yaşam geride kaldı. Çin bu sorunu kökten çözmeyi hedefliyor.

Çin modernleşmesi, insanlık ve doğa arasındaki uyumu içeren modernleşmedir. Batı, modernleşme sırasında doğaya büyük zarar verdi. Bu, Çin'in modernleşme yolunda kaçınmaya çalıştığı bir trajedidir.

Çin modernleşmesi, barışçıl kalkınmanın modernleşmesidir. Çin, Batılı ülkeler tarafından izlenen savaş, sömürgeleştirme ve yağma yolunu izlemeyecek.

Peki Çin, yukarıda belirtilen beş özellik ile modernleşmeyi nasıl gerçekleştirebilir?

Benim görüşüme göre, ulusun tarihsel mirası olan ilk özellik -büyük nüfus- dışında, Çin modernleşmesinin diğer dört özelliği ÇKP'nin gelişme arayışının sonuçlarıdır.

Diyalektik materyalizm dünya görüşüne göre, madde birincildir. Bu nedenle, gelişmekte olan ülke hükümetleri, ülkenin karşılaştırmalı avantajlarına dayalı bir piyasa ekonomisinde endüstrilerin gelişmesi için kolaylaştırıcı bir rol oynamalıdır. Karşılaştırmalı üstünlükler, belirli bir zamanda ana mal varlığı (ülkenin maddi temeli) tarafından belirlenir ve zaman içinde değişebilir.

Ekonomiyi karşılaştırmalı avantajlara dayalı olarak geliştirmek, birincil gelir dağılımında hem etkinliğin hem de adaletin gerçekleştirilmesine yardımcı olabilir. Verimli bir ekonomi hızla zenginlik yaratabilir ve adil gelir dağılımı ortak refah için sağlam bir temel oluşturabilir. Ayrıca, ekonomiyi karşılaştırmalı üstünlüklere dayalı olarak geliştirmek, hükümetin vergi gelirlerini artırmasına yardımcı olabilir. Bunun sonucu olarak, hükümet, korunmasız/dezavantajlı grupları desteklemek, bölgeler arasındaki servet uçurumlarını azaltmak ve yeniden dağıtım sürecindeki diğer sorunları çözmek için daha fazla mali kaynağa sahip olacaktır. Hükümet ayrıca, ortak refahı desteklemek için vergi teşvikleri (üçüncü dağıtım) yoluyla yardım ve kamu yararına faaliyetleri teşvik edebilir.

Ortak refah sağlandığında, bir toplum kültürel-etik ilerlemeyi destekleyecek sağlam bir maddi temele sahip olacaktır. Karşılaştırmalı avantajlar doğrultusunda gelişme, ortak refahı getirecektir. O zaman insanlar, sağlıklı bir doğal çevre gibi daha iyi bir yaşam için daha fazla özlem duyacaklar. Bir ülke karşılaştırmalı avantajlara dayalı olarak gelişirse, işletmeler değişime yatkın olacak ve üretimde yeşil teknolojileri kullanma konusunda daha istekli olacaktır. Böylece, insan ve doğa arasında bir birliktelik gerçekleşebilir.

Çin, diğer ulusların zenginliklerini yağmalamak yerine, ekonomisini sahip olduğu karşılaştırmalı avantajlara dayalı olarak ve hem yerel hem de uluslararası pazarların kaynaklarını kullanarak ve açık, adil bir küresel ekonomik ortamda rekabet ederek geliştiriyor. Bu nedenle, Çin'in gelişimi sadece kendisi için zenginlik yaratmakla kalmıyor. Aynı zamanda, Çin, devasa pazarını diğer ülkelere açarak onlara daha fazla kalkınma fırsatı sağlıyor ve böylece dünyanın barışçıl kalkınmasını teşvik ediyor.

Modernleşme tüm insanlığın ortak arayışıdır. Geçmişte, modernleşmeye giden tek yolun Batı ülkelerinin izlediği yol olduğuna inanılıyordu. Ancak 2. Dünya Savaşı sonrasındaki uygulamalar göstermiştir ki, Batının yolunu izleyerek modernleşmeyi başarmış gelişmekte olan ülke yok denecek kadar azdır. Modernleşmeyi gerçekleştiren birkaç gelişmekte olan ülke, Batının modelini kopyalamadı.

II. Dünya Savaşı'ndan sonra, tüm ülkeler modernleşme arayışındadır. Bununla birlikte, gelişmekte olan ülkeler ile birkaç gelişmiş Batılı ülke arasındaki uçurum yıllar içinde giderek açıldı. 1900'de Çin'i işgal eden Sekiz Ülke İttifakı o zamanın en güçlü uluslarıydı; çünkü satın alma gücü paritesine göre ölçülen küresel ekonominin yüzde 50,4'ünü oluşturuyorlardı. 

Bir asır sonra, Sekiz Ülke İttifakı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun yerini Kanada'nın almasıyla G8'e dönüştü. 2000 yılında G8, Satın Alma Gücü Paritesi (SAGP) bazında küresel ekonominin yüzde 47'sini temsil ediyordu ve bu oran 1900'deki orandan yalnızca yüzde 3,4 puan daha düşüktü. Diğer bir ifadeyle, bir asırdır en sanayileşmiş bu sekiz ülkeyi yakaladıktan sonra, diğer tüm ülkelerin küresel ekonomideki ağırlıkları sadece 3,4 puan arttı.

Ayrıca, sanayileşmiş ülkelerdeki nüfus, gelişmekte olan ülkelere göre daha yavaş artmaktadır. Bunun sonucu olarak, gelişmekte olan dünya ile gelişmiş dünya arasındaki kişi başına düşen GSYİH farkı büyümektedir. Gelişmekte olan ülkelerin büyük çoğunluğu henüz modernleşmeyi başaramamış veya gelişmiş ülke saflarına katılmamıştır. Bu ülkelerde yaşayan insanlar gelişmiş ülkelerde yaşayanlara göre daha yoksul hale gelmiştir.

Gelişmekte olan ülkelerin çoğu modernleşmeyi neden başaramadı? Modernleşmeye giden tek yolun Batı'nın izlediği yol olduğuna inanıyorduk ve çoğu gelişmekte olan ülke bu yolu izlemeyi seçti. Batılı modernleşme modelini kopyalamak, yanlış bir modernleşme algısından kaynaklanmaktadır. Marx'ın tarihsel materyalizmine göre, Batılı ulusların sahip oldukları, iyi yaptıkları şeyler ve onlar için önemli olan şeylerin tümü ekonomik temelleri tarafından belirlenir. Batılı gelişmiş ülkelerle aynı ekonomik temellere sahip olmayan gelişmekte olan ülkeler, Batı modelini kopyalayarak modernleşme arayışında başarısız olmaya mahkumdur.

Buna karşılık, Çin'in modernleşme yolu, kendi modernleşme yolunu keşfetmekte olan diğer gelişmekte olan ülkeler için bir referans sağlamaktadır. Çin'in deneyimleri, gelişmekte olan ülkelerin endüstrilerini karşılaştırmalı avantajlarına yani sahip olduklarına (donanımlarına) bağlı olarak iyi yapabilecekleri şeylere dayalı olarak geliştirmeleri gerektiğini kanıtladı. Uzun vadede istikrarlı ve hızlı bir gelişme sağlamak için etkin bir piyasa ile etkin bir hükümet arasındaki ilişkiyi doğru bir şekilde ele alabilmeliler.

Kaynak: China Daily

Yazar: Justin Yifu Lin 

Prof. Dr. Justin Yifu Lin, Çin'in önde gelen ekonomistlerindendir. Halen Yeni Yapısal Ekonomi Enstitüsü Dekanı ve Pekin Üniversitesi Ulusal Kalkınma Okulu'nun Dekanıdır. 2008-2012 yılları arasında Dünya Bankası'nda Baş Ekonomist ve Kıdemli Başkan Yardımcılığı görevinde bulunmuştur.



6 Şubat 2023 Pazartesi

Türkiye seçime giderken elimizdeki örnek: Diktatör Marcos'un Filipinleri

Türkiye, son derece kritik, ülkenin kaderini belirleyecek bir seçime (aslında bir referanduma) giderken Trump, Bolsonaro, Duterte gibi “yeni Faşist”lerin (Trumpgillerin) yönetimi ve sonlarıyla bir benzerlik kurulmaya çalışılıyor, onlarla karşılaştırmalar yapılıyor. Oysa bu eksik, belki de hatalı bir karşılaştırma. Kanaatimce, bir karşılaştırma yapmak için doğru örnek Filipinleri 1965-1986 arasında yöneten faşist diktatör Ferdinand Marcos ve kurduğu rejim. Çünkü yukarıda anılan Trumpgiller mevcut anayasanın sınırlarını fazlasıyla zorlayan fakat o sınırları aşmayı başaramayan ve büyük ölçüde o sınırlar içinde olmak zorunda kalan “yeni faşist”lerdi. Oysa Marcos, tıpkı Tayyip Erdoğan gibi, anayasayı ve yasaları defalarca değiştirerek kendi faşist rejimini kuran bir diktatördü. (Not: Filipinler, üzerinde epeyce çalıştığım ve az çok bildiğim bir konudur. İlgi duyanlar için blogumda Filipinler ve Marcos ile ilgili çok sayıda yazı yer alıyor)

Marcos’un sonunu 1986 seçimini çeşitli hile ve baskı yöntemleriyle çalması getirdi (oysa bir önceki seçimi de çalmıştı; fakat ABD emperyalizmi için henüz kullanışlı bir kukla olduğu için göz yumulmuştu). Marcos seçimi çalarken Batı kenardan seyretti. Oysa kenardan seyretmek yerine, seçimi çalmasına engel olacak bazı girişimlerde bulunsalar, kendileri için artık “kurtulmak istedikleri bir sorun”a dönüşmüş olan diktatörden kolayca kurtulabilirlerdi. Dönemin ABD Filipinler Büyükelçisi Stephen W. Bosworth’un anıları ABD'nin Marcos’un seçimi çalmayı düşündüğünü bildiğini (en azından tahmin ettiğini) gösteriyor. Anlaşıldığı kadarıyla, Marcos’un suç üstü yakalanmasını ve halk hareketiyle devrilmesini tercih ettiler. Bu aşağılayıcı sonu hazırlayan etmenlerden en önemlisi muhtemelen zamanın ABD Başkanı Ronald Reagan’ın “Aday olma” telkinini Marcos’un kabul etmemesidir. Seçim çalmak faşist Marcos rejimiyle memleketteki İslamo-faşist Saray Rejiminin bir diğer ortak özelliği, benzerlik noktasıdır.
AKP iktidarı-Saray rejimi göz göre göre, dünyanın gözü önünde iki seçim çaldı: İptal edilen 7 haziran 2015 seçimleri (onun yerine yapılan 1 Kasım 2015 seçimleri) ve 16 Nisan 2017’de yapılan Anayasa referandumu. 
7 Haziran-1 Kasım 2015 arasında yaşanan provokasyonlar-katliamlar aslında topluma dönük “Ya bize oy verirsiniz ya da canınız-yaşam hakkınız tehlike altında” tehdidir. Bu tehdidin toplumda güvenlik kaygısı, can korkusu yarattığı ve bu korkularla yani güvende olmak isteğiyle iktidara oy verdikleri görülüyor. Yaşananlar ve sonuçları herkesin malumu. O yüzden, bilinenleri burada tekrar etmenin anlamı yok. 
16 Nisan 2017'de yapılan Anayasa referandumunda, nerede ve hangi sandıkta kullanıldığı bilinmeyen 2,5 milyon mühürsüz oyun geçerli kabul edilmesiyle seçimin-referandumun sonucu değiştirildi. Bu oyların kimse tarafından kullanılmadığı, kaybetme riskine karşı AKP-YSK işbirliği ile önceden hazır edildiği anlaşılmaktadır. Tayyip Erdoğan’ın kaybetmekte olduğu görülünce o 2,5 milyon sahte oy sisteme sokuldu ve oylama sonucu değilşirildi; referandum-seçim çalındı. Bu, o günkü YSK üyelerinin ömürlerinin geri kalanını hapiste geçirmelerine yetecek kadar büyük bir suçtur. Yeter ki üstüne gidilsin, araştırılsın.
Bu defa çalamayacaksın mesajı mı?
Son günlerde Batı ülkelerinin “terör saldırısı tehdidi” gerekçesiyle İstanbul’daki konsolosluklarını kapatmaları “7 Haziran-1 Kasım 2015 arasında yaşanan provokasyonların benzerine yani iktidarın-Saray rejiminin seçimi bir kez daha çalma girişimlerine izin verilmeyeceği ya da artık göz yumulmayacağı” mesajı olarak okunabilir. Konsoloslukları kapatarak “olası bir ülkeyi terörize ederek seçimi çalma” provokasyonunu ifşa ettiler, belki de boşa çıkardılar. İktidar kanadından gelen hırçın tepkiler bir suçüstü yakalanmışlık haline işaret ediyor.
Bu giriş-özetten sonra Filipinler konusunda daha yakından bakabiliriz.
Diktatörü devirmek ve beceriksiz düzen muhalefeti
Sanırım 2007 yılıydı, Filipinler diktatörü Marcos’u deviren “Halkın Gücü (veya Halkın İktidarı) Hareket”nin lideri ve Marcos sonrasının Devlet Başkanı Corazon Aquino’yu Manila’da o zamanki Başkan G. Macapagal Arroyo’ya karşı düzenlenen demokrasi ve anayasa mitinglerinden birinde konuşma yaparken görmüştüm. Joseph E. Estrada’nın Devlet Başkanlığı döneminde (1998-2001), Marcos’tan miras kalan devletin mafiyöz yapısı iyice güç kazanmış, bir anlamda mafya iktidar olmuştu. Gerçekte, Marcos devrilmişti; fakat kurduğu mafiyöz-faşizan devlet yapısı başta polis, ordu ve yargı olmak üzere neredeyse olduğu gibi yerinde kalmıştı. Bir kısmı Marcos döneminde yaratılan bir kısmı ise o dönemde semiren zenginler sınıfı (oligarşi) halen olduğu gibi duruyordu ve siyasetteki ağırlığını da koruyordu.
O günlerde, ülkedeki mafyanın da başı sayılan Başkan Estrada görevden alınmış ve yerine yardımcısı Arroyo geçmişti. Başkan yardımcısı olarak Arroyo, aslında olup bitenlerin suç ortağıydı. Ülkede yükselen protestolar ve huzursuzluk karşısında çareyi muhalefete ve topluma baskıyı artırmakta buldu. Aquino’nun konuşma yaptığı Manila’daki o miting bu baskılara dönük protesto gösterilerinden biriydi.
Aquino’yu o mitingde konuşma yaparken görünce hissettiğim şey öfkeyle karışık acıma duygusu oldu. Altı yıl ülkeyi yöneten birinin düştüğü bu durum içler acısıydı. Başkanlığı döneminde yapabileceği çok şey varken neredeyse köklü-radikal hiçbir değişim yapmamıştı. Marcos’un yarattığı-sebep olduğu “failed state” (başarısız-çökmüş devlet) yerinde kalmıştı. 
“Failed state” Filipinler
Marcos, Nisan 1986’da NY Times’a verdiği röportajda “En büyük arzum, barış içinde Ilocos Norte'ye (doğup büyüdüğü yer) dönmek ve orada yaşamak ve ülkemde normale dönüşün bir parçası olmak” demiş. Bu normale dönüş, kolayca tahmin edileceği gibi, Marcos rejiminin-diktatörlüğünün bir şekilde devamı anlamına geliyor. Başka bir röportajında ise Aquino için “Zavallı kız, çok fazla darbe alacak. Bu iş onun yutabileceğinden büyük bir lokma” diye şefkat gösterisi yapmış. “Büyük lokma” dediği şey geride bıraktığı çürümüş-kokuşmuş, çökmüş devlet. Bu yapıyla bir şekilde uzlaşma ararsanız, verilen zararı rötuşlamak ve devleti restore etmek niyetindeyseniz, lokma gerçekten yutulamayacak kadar büyük olabilir. O çürümüş-kokuşmuş yapı kendini kolay yedirmez. Peki, yapılması gereken nedir?
Faşist rejimin tasfiyesi için yapılması gereken
Marcos, bir faşist diktatörlük kurmak ve sürdürmek için ihtiyaç duyduğu yetkileri alana kadar anayasayı ve yasaları defalarca değiştirdi. Sonunda amacına ulaştı; yani hukuku fiilen ortadan kaldırdı. Hukukun yerini Marcos’un emirleri, kararları, tehditleri ve mesajları aldı. Kesile biçile Marcos’un faşist diktatörlüğü için ideal kostüm haline getirilen anayasa Başkan’a çok büyük yetkiler tanıyordu. Gerçekte, hukuk ortadan kaldırıldığı için yetkilerinin sınırı yoktu. Yani o sınırı belirleyen hukuk artık yoktu. İstediği yetkiyi dilediği gibi kullanabilirdi, zaten kullanıyordu da. 
Corazon Aquino, Başkanlığı işte bu sınırsız yetkilerle yani ortadan kaldırılmış hukuk (veya fiili hukuksuzluk) koşullarında devraldı. İstese, başta yargı ve polis (ve bir ölçüde ordu) olmak üzere bütün kurumlardaki Marcos’la iş tutan ve faşizan sağ ile iltisaklı görevlileri bire kadar temizleyebilir, onun adına suç işleyen/suça ortak olan yanaşmaların hepsini tutuklatabilir ve Marcos’tan miras kalan o çürümüş-kokuşmuş “failed state’i” bir gecede tasfiye edebilirdi. Ama yap(a)madı. Oysa o suç ortağı yanaşmaların hepsi ömürlerinin geri kalanını hapiste geçirmelerine yetecek kadar çok suç işlemişlerdi. 
Aquino yönetimi, Marcos tarafından defalarca değiştirilerek hukuku katletme, hukuku ortadan kaldırma aracı haline getirilen anayasadan hukuk çıkarmaya çalıştı. Oysa hukuk guguk lafları etmek bu durumda anlamsız hatta düpedüz ahmakçaydı. Yapılması gereken, bu fiili hukuksuzluğun verdiği sınırsız yetkileri sonuna kadar kullanarak hukuksuzluk eseri ve hukuksuzluğa dayanan rejimi ve devlet yapısını yıkıp geçmek, ezip gitmekti. Bu fiili hukuksuzluk durumunda, "Bu kararname ile bütün kamu görevlileri istifa etmiş sayılacaktır" diye bir 'Başkanlık kararnamesi' yayınlamasının önünde hiçbir engel yoktu. Böylece, devrilen faşist rejimi (ve devletini) bir gecede bile tasfiye edebilir ve ülkede hukukun tesis edilmesine, hukukun üstünlüğünün sağlanmasına ve bir demokratik cumhuriyetin kurulmasına öncülük edebilirdi. Bu, Aquino yönetiminin Filipinler halkına borcuydu. Ama yap(a)madı. Çünkü Aquino’da cisimleşen ittifakın önceliği ve hedefi Marcos’tan kurtulmaktı. Kapsamlı bir demokrasi programları (hatta restorasyon programları bile) yoktu. Sonuç olarak, burjuva muhalefet halkın umudunu çaldı… 
Yağmalanan Filipinler
Aquino, uçurumdan yuvarlanmakta olan, bitmiş bir ekonomi devraldı. Yönetimi boyunca da ekonomiyi toparlayamadı. Aksine enflasyon yükselmeye devam etti. Ülke kaynakları Marcos ve yanaşmaları tarafından o kadar yağmalanmıştı, ülke o kadar soyulmuştu ki kaynaklar tükenmişti. Oysa kaynak ortada duruyordu: Yapılması gereken şey, ülkeyi yağmalayanlar, soyanlar kimlerse, halktan çaldıklarını son kuruşuna kadar geri almaktı. Yani Marcos rejimiyle iş tutarak zenginleşen yağmacıların mülklerine el koymak, hepsini mülksüzleştirmekti. Yapıl(a)madı…
Umudun tükenişi
20 yıllık (1965-1986) Marcos diktatörlüğü Filipinlerin ekonomik ve sosyal olarak çöküş, devletin mafyalaşması, yolsuzluk ve çürümesinin tarihidir. Diktatörü kendi gücüyle deviren halk, bu gücün Marcos ile iş tutan irili-ufaklı bütün suçluların cezalandırılacağı, (başta polis-ordu-yargı olmak üzere) mafiyöz devletin tasfiye edileceği, Marcos döneminde halktan çalarak zenginleşenlerin tümünün mülklerinin kamulaştırılacağı, yoksulluğun yenileceği ve eşitsizliğin giderileceği, özgür ve demokratik bir Filipinler kurulacağı umudu taşıyordu. Maalesef öyle olmadı ve Filipinler oligarşisiyle iş tutan siyasi (liberal) elitler halkın umudunu çaldı. Marcos’tan sonra gelen Corazon Aquino ve Fidel Ramos yönetimleri halkın umudunun tükenmeye, ülkenin kaderinin değişeceğine ve daha iyi bir geleceğe dair umudunu yitirmeye başladığı bir dönemin başlangıcı oldu. 2010-2016 yılları arasında Noynoy Aquino’nun Başkanlığı ise umudun tükeniş dönemidir. (Benigno “Noynoy” Aquino Jr., Corazon Aquino’nun oğludur.)
Sonuç yerine
Aquino yönetimi, Marcos rejiminin verdiği hasarı rötuşlamayı ve devleti restore etmeyi denedi. Fakat, hasarı kısmen rötuşlasa bile, Marcos öncesindeki devleti restore edemedi. Çünkü yeni bir devlet veya devleti yeniden kurmak gerekiyordu. Ama yapıl(a)madı. Marcos’un bıraktığı mafiyöz devlet yapısı rötuşlandı, o kadar. Sonuç ortada: 35 yıldır kendini toparlayamayan, sürekli yeni Marcoslar üreten bir mafiyöz “failed state”. 
Gerçekte ortada bir devlet de yoktu. Filipinler devlet olma vasfını kaybetmişti. Çünkü devlet denen yapının sağlam kurumları olur ve o kurumsal yapıya işlerlik sağlayan ve “meşru” kılan şey hukuktur. Hukuk ortadan kaldırılırsa, devlet de ortadan kalkmış demektir. Kurumlar ise, başta polis ve yargı (ve ordunun bir bölümü) olmak üzere, bu mafiyöz rejimin yan kollarına, uzantılarına dönüşmüşlerdi. Ülke bir mafiyöz suç örgütünün eline düşmüştü, onun keyfi yönetimi altındaydı. Marcos’un mafiyöz suç örgütü devletin yerini almıştı. Filipinler’de olan buydu.
O günler, yukarıda anlatılanlar, Filipinler halkı için mazide kalmış kötü günler, nahoş anılardan ibaret değil. Filipinler 35 yıldan fazladır halkın hiçbir derdine çare olmayan bir “şahane liberal demokrasi” oyunu oynuyor. “Liberal demokrasi konusunda bir absürt tiyatro oyunu nasıl yazılabilir/sahnelenebilir” diye sorsalar, “Filipinleri inceleyin. Daha iyi bir örnek bulamazsınız” derim. Sadece sahnedeki oyuncuların ciddiye aldığı; fakat artık izleyicisi kalmamış bir absürt tiyatro oyunu sahneleniyor. O kadar absürttür ki, bir Başkan (Estrada) mafya ile iş tuttuğu için görevinden azledildi. Ondan sonraki Başkan (Arroyo) yine aynı suçlamalarla görevi bıraktıktan sonra, Noynoy Aquino’nun başkanlığı döneminde, tutuklandı ve mahkûm oldu. Devrilen ve ülkeden kovulan faşist diktatör Marcos’un oğlu Marcos Jr. 2022 seçimlerinde Başkan seçildi…
Uzun süre bir tür faşist diktatörlük rejimlerine maruz kalan ülkelerin kaçınılmaz kaderi Filipinler benzeri bir “failed state”e dönüşmek oluyor. Bunun hiçbir istisnası yok. İşte Filipinler ve Suharto faşizminden sonraki Endonezya… Örnekler çoğaltılabilir. Aynı kadere doğru hızla ilerleyen Türkiye'nin bu kaderden kaçınabileceğini veya bu sonla karşılaşmayacağını düşünenler ya başlarına geleni anlamaktan uzaklar, ya gerçeklerle yüzleşmekten kaçınıyorlar, ya hayal görüyorlar ya da halka yalan söylüyorlardır.

27 Aralık 2022 Salı

Covid-19, ABD için Çin'e karşı sağlam bir müttefik mi?

Memlekette "kullanışlı aptallar"ın tünediği Birikim, T24 gibi “liberal mezarlıklar”da (hatta Cumhuriyet gazetesinde) yazan bazı Çin cahili çokbilmişler Batı’nın dezenformasyon kaynaklarından aparttıkları yalanlarla Çin hakkında yazılar yazıyorlar ve hiç bilmedikleri Çin’i anlatıklarını sanıyorlar. Bunlar için en doğru tanımlama “ahmak” sıfatını kullanmak olur. Çünkü aklı başında bir insan hiçbir şey bilmediği -özellikle Çin gibi- bir konuda yazı yazmak ve buradan kendine bir kariyer devşirmek gibi bir çabanın içinde olmaz. Bu ahmakça çabasının eninde sonunda kendisini utanç verici duruma düşüreceğini bilir.

Bir konu hakkında yazmak için onu bilmek hem de iyi bilmek gerekir. Bu gereklilik Çin-ÇKP hakkında yazmak iddiası söz konusu olduğunda fazlasıyla geçerlidir. The Associated Press, The Telegraph, Washington Post, New-York Times, Foreign Policy vs gibi Batı’nın dezenformasyon kaynaklarından görüş araklayarak saçma sapan (ama çok bilmiş görünen) yazılar döşenmek Çin hakkında bir şey söylemek değil sadece dezenformasyonun uzantısı, ABD emperyalizminin yancısı olmaktır. Aklı başında biri için onursuzluktur.


Son günlerde Batı'nın bu dezenformasyon medyası ve onlardan yazı-görüş araklayarak memlekete Çin-ÇKP konusunda akıllar fikirler ihsan eden bu zevata bakılırsa, Çin sokakları Covid salgınından kırılıyor, salgın bütün Çin’i sardı, ölüm sayıları saklanıyor, salgında kullanılacak ilaç bile bulunamıyor… Son günlerde virüse yakalanan insan sayısında hafif bir yükseliş görülmekle birlikte, bunun ne kadarının gerçekten enfeksiyondan ne kadarının Çin hükümetinin halka "Önlemleri gevşetince nelerin olacağını gördününüz mü?" mesajından kaynaklandığından emin değilim.


Çin'de aşılama tam gaz devam ediyor. Tabii ki kendi geliştirdikleri geleneksel aşıları kullanıyorlar. Zaten mRNA aşılarının geleneksel aşılara göre daha koruyucu olduğunu gösteren bir bilimsel kanıt da yok ortada. mRNA daha koruyucu olsa, 4 doz mRNA aşısı olan biri tekrar Covid'e yakanlanmazdı. İki tür aşı da bağışıklık sağlamıyor; sadece belirtileri hafifletiyor ve iyileşme süresini kısaltıyor, hepsi o kadar... Aşıya ek olarak, Çinli bilim insanları birkaç hafta önce etkililik derecesi yüzde 84 olarak belirlenen ve çok hızlı iyileşme sağlayan bir ilaç geliştirdiler. Hem o ilaç hem de Pfizer’in geliştirdiği ilaç bütün salgınla mücadele birimlerinde bulunabiliyor ve kullanılıyor.


Aşağıda çevirisini verdiğim alıntı Çin’in Covid-19 mücadelesi hakkında Batı’nın dezenformasyon medyasının takıntığı tutumu ve bu tutumun altında yatan nedenleri ve Çin’deki gerçek durumu çok güzel açıklıyor.


Çin'in COVID-19 ile mücadele politikasına ilişkin Batı’nın kendi kitlesini aldatmayı amaçlayan ikiyüzlü anlatısı


Çin, COVID-19 ile mücadele için dinamik “sıfır vaka” yaklaşımı uygularken, bazı Batılı medya Çin'i bu yaklaşımdan vazgeçmeye ve yeniden açılmaya çağırıyordu. Çin, kısa bir zaman önce COVID-19 önlemlerini hafifletince, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, aynı medya bu kez Çin'in bu hamlesini kötülemeye başladı.


Bazı Batı medyası Çin'in “salgın önleme ve kontrol politikası”nda değişikliğe gitmesi ve bazı ayarlamalar yapmasına çeşitli açılardan iftira atmaya başladı. The Associated Press, Pazar günü (25 Aralık 2022) "Çin'deki COVID-19 dalgalanması, yeni koronavirüs mutantı olasılığını artırıyor" başlıklı bir makale yayınladı. The Telegraph tarafından aynı gün “Çin'in COVID-19 felaketi küresel ekonomiyi riske atıyor” başlıklı bir yazı yayınladı. Washington Post'un yayın kurulu, Çin'deki enfeksiyon artışını küstahça aşılara bağlayarak, "Çin, kendi ürettiği daha az etkili (geleneksel) aşılar için etkili mRNA aşılarından akılsızca kaçındı"  başlıklı bir editoryal yazı yayınladı.


Batılı ülkeler, özellikle ABD için sorun hiçbir zaman salgınla veya Çin'in herhangi zamanda nasıl bir mücadele yöntemi kullandığıyla ilgili olmadı. Başta ABD olmak üzere bazı Batılı medya kuruluşları, Çin'i esas rakipleri olarak görmeye başladıktan sonra, Çin'i karalamak için hiçbir çabadan kaçınmadılar. COVID-19 salgını da onların Çin karşıtlığı için bir kullanışlı araç olarak görüldü ve salgının ilk aşamasından bu yana tamamen silah haline getirildi.


Salgının her döneminde, pek çok Batılı yetkili ve sadık Batılı medya, Pekin'i işaret ederek siyasi puan kazanmaya çalıştı. Çin ne yaparsa yapsın, Çin hükümetinin itibarını sarsmak için salgını istismar etmeye çalışan saldırılar her zaman olacaktır.


Bu Batılı medya kuruluşları, Çin'in salgınla mücadele politikasını kötüleyerek, halihazırdaki salgınla mücadele yaklaşımına karşı halkın memnuniyetsizliğini kışkırtmayı ve böylece Çin halkı ile hükümet arasına nifak tohumları ekmeyi amaçlıyor. Gözlemciler, Batı’nın tercihinin, “oynamakta usta oldukları eski bir numara olan bir renkli devrim kışkırtmak” olduğunu söylediler.


Ayrıca, asılsız karalamalarıyla Çin'in imajını ve küresel nüfuzunu lekelemek ve böylece Çin'i uluslararası toplum nezdinde tecrit etmek istiyorlar. Çin'in son üç yılda salgınla mücadelede elde ettiği başarı, hem yurtiçinde hem de yurtdışında ileri görüşlü insanlar tarafından övgü konusu oldu. ABD ve Batı bu konuyu çok kıskanıyor, Çin'in uluslararası prestijinin kendilerininkini geçeceğinden endişe ediyor.


Bunu yaparak, kendi kitlelerini rahatlatmayı umabilirler. Orijinal ve Delta varyantlarının şiddetlendiği dönemde, Batı toplumu, halkın hoşnutsuzluğuna yol açan yetersiz önleme ve kontrol önlemleri nedeniyle çok sayıda ölüme tanık oldu. Batı medyasının Çin'in son dönemdeki politika değişikliğine yönelik eleştirisi, bizim açımızdan ciddiye alınmayı hak etmemektedir.


Salgından bu yana Batı, Çin'in salgınla mücadelede farklı ve çok daha etkili yaklaşımı sayesinde ağır kayıplar yaşamadan sorunsuz bir geçiş sağlayacağından endişe ediyor. Bu başarılı geçiş, hiç şüphesiz Batı'nın yurtiçi ve yurtdışı imajını vuracaktır.


Uzmanlar, Çin'in salgınla mücadele politikasındaki düzenlemenin bilimsel ve rasyonel değerlendirmeye dayandığını söylüyorlar. Omicron, diğer COVID-19 varyantlarına kıyasla çok daha hızlı yayılıyor ve Çin hükümeti de onu dizginlemeye çalıştı. Ancak kontrol etmenin çok zor olduğu ortaya çıktı. Omicron'un ölüme neden olma olasılığı, Delta ve orijinal türlere göre çok daha düşüktür.


Çin hükümeti, ölüm ve enfeksiyon oranlarının en yüksek olduğu dönemde halkın virüsten uzak kalmasını sağlayarak tüm ülke halkı için elinden gelenin en iyisini yaptı. Ancak o dönemde Batı'nın yaptığı şey tam bir karmaşadan ibaretti. ABD'de 3 Ocak 2020 ile 26 Eylül 2021 arasında COVID-19 ile ilişkili 895.693 ölüm meydana geldi. Bu medya, Çin'in salgınla mücadele politikası düzenlemesini eleştirebilecek hangi niteliklere sahip?


Bu Batılı medya kuruluşlarının niyetleri sadece hayalden-hüsnükuruntudan ibaret. Çin toplumu gerçekte aksaklıklara çok dirençli ve Çin'i karıştırmak o kadar kolay değil. Çin halkının hükümetlerine olan güveni, bu medya kuruluşlarının anlattığından çok daha yüksek. Son zamanlardaki enfeksiyon artışı esnasında, Çinli yurttaşların çoğu son üç yıldır kendilerini koruduğu için hükümete şükranlarını dile getirdi. Çin toplumu, önceki katı salgın önleme ve kontrol önlemleri ve sonrasındaki düzenlemenin Çin'in gerçek durumuna göre yapıldığını anlıyor, Çin yönetiminin buna zorlanması nedeniyle değil.


Çin'in yaşadığı mevcut zorluklar geçici olacak çünkü salgın yüzünden sıkıntı yaşayan bölgelerde ekonomik faaliyetlerinin bir kısmı yeniden başladı. Örneğin Pekin'de bazı AVM'lerde yemek için sıra beklemek gerekiyor. Geçen hafta Pekinli turistlerin Güney Çin'in Hainan Eyaletindeki Sanya'ya yaptığı otel rezervasyonlarında geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 30 artış var. Çin ekonomisinin yakında bir bahar dönemine gireceğine inanılıyor.


Batı’nın Çin hakkındaki anlatı sistemi çok ikiyüzlüdür. Başkasının kötü durumda olmasına sevinir ve kötücül niyetlerle yönlendirilir. Bu tür bir anlatı, Batı toplumlarının yetersizlikleri konusunda geçici olarak kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlayabilir; fakat içsel sıkıntılarını-sorunlarını çözmeye yardımcı olmaz.


Kaynak: www.globaltimes.cn 


4 Aralık 2022 Pazar

Çin halkının sabır taşını çatlatan "sıfır vaka" politikası

Çin'in "sıfır vaka" olarak adlandırılan ve artık neredeyse hepimizi illallah ettiren Covid-19 ile mücadele politikasına karşı bazı şehirlerinde kendiliğinden ortaya çıkan gösteriler dünyanın batı tarafında iki tür tepkiye yol açtı:

1. Sıradan insanların "Aa! Çin'de gösteri yapılabiliyor muymuş?" şaşkınlığı ve gösterilerde yer alanların başına geleceklere ilişkin distopik hikayeler.

2. Kerameti Çin-ÇKP hakkında çok az şey bilmelerinden ve bütün bildiklerini (başta ABD olmak üzere) Batı'nın dezenformasyon kaynaklarından öğrenmelerinden menkul "Çin uzmanları"nın mevzuyu hiç anlamadıklarını gösteren açıklamaları ortalığa döküldü. Bu tayfa konuyu Şi Cinping'e, ÇKP'ye ve sisteme karşı protestoya, batı tarzı demokrasi arayışına hatta ikinci bir "Tiananmen ruhu"na kadar götürdü. Bütün bildiklerini Amerikan kaynaklarından öğrenir, Amerikan aklıyla düşünür ve Amerikan ağzıyla konuşursan saçmalamaktan başka seçeneğin olmaz tabii ki... Anlı şanlı "Çin uzmanlığı" titri de saçmalamanın üstüne tüy diker. 

İnsanların "Çin uzmanı", "Rusya uzmanı", "Ortadoğu uzmanı" vs gibi kocaman kocaman sıfatlarla anılmalarına ve bu unvanı kabul edip rahatsızlık duymamalarına bir anlam verememişimdir, hatta şaşırdığımı söyleyebilirim. Beni "Çin uzmanı" olarak anmak isteyenlere bunun ağır bir yük olduğunu söyledim ve bu unvanla anılmayı ret ettim. Bir ülke uzmanılığı fazla abartılı ve düpedüz saçma bir tanımlama ve unvan. Zira bir ülkenin uzmanı olunmaz; o ülkenin ekonomi, dış politika, kültür-sanat, tarih vs gibi alanlarından birinde uzman olunabilir. Diğer bir-iki alan da özel ilgi alanınız olabilir. Zaten bu "Çin uzmanları"nın ferasetini yakın zamanda ÇKP kongresinde Hu Jintao'nun salondan çıkarılış hikayesinde gördük. Amerikan medyasının yalanının peşine takıldılar ve uzman olarak konuşmak için hangi kaynaklara dayandıklarını (ve dolayısıyla kimin adına konuştuklarını) da ifşa ettiler.

Bazıları gözümüm önünde yaşanan, tanık olduğum son günlerdeki gösterilerin ne anlattığına yazının ilerleyen bölümünde değineceğiz.

Ne, Çin'de gösteri yapmak ha!

Çin'de protesto gösterisine tanık olmak benim için yabancısı olduğum bir durum değil. İlk tanık olduğum gösteriler, 2008'de ABD'de patlayan ve dünyaya yayılan finansal kriz sırasında işlerini kaybeden veya ücretlerini alamayan binlerce emekçinin Shenzhen ve Gunagzhou'da yaptığı gösterilerdi (diğer bazı Güney kentlerinde de oldu). Ana yolların iki tarafına tek sıra olarak sıralanmış insanlar ellerinde pankartlarla ve arada bir yetkililerin seslerini duymasını isteyen slogan da atarak yürüyorlardı. Polis gösteriyi uzaktan izlemekte yetiniyordu; sözlü veya fiili hiçbir müdahalede bulunmuyordu. Çin'de gösteri yapılmasının imkansız olduğuna, herhangi bir gösterinin düşmanca faaliyet sayılıp şiddetle ezildiğine dair dezenformasyondan yeterince nasiplenmiş olan "bilgi dağarcığım" tanık olduklarım (gösteriler) karşısında "error" verdi (Not: Sadece doğrudan rejim ve dolayısıyla ÇKP karşıtı gösteriler düşmanca faaliyet kabul edilir). Gösteriler, "Çin hakkında bildiklerimle görüp tanık olduklarım arasında ciddi uyuşmazlıklar var" demeye başladığım günlere denk gelmişti.

Daha sonraları birkaç gösteriye daha tanık oldum. Bir serbest bölgedeki direnişi sonlandırmak için gelen polisi bölgedeki işçilerin birleşerek ezdiklerine bile tanık oldum. Sonunda o işçilere ne mi oldu? Hiçbir şey... Tutuklanan, hapislerde süründürülen, hayatı karartılan kimse olmadı. ÇKP bu tür "istenmeyen olaylar"ın faturasını halka değil o bölgedeki ilgili yöneticilere keser. Yerel yöneticiler sorunları zamanında tespit etmedikleri, çözmedikleri veya halkın infialine neden oldukları için bedel öderler.

ÇKP, bilinenin -yayılan dezenformasyonun- aksine, genel olarak gösterileri halkın üst yönetime sesini duyurma yollarından biri olarak görür, önemser hatta fazlasıyla ciddiye alır. Zaman zaman çeşitli nedenlerle ortaya çıkan irili ufaklı gösteriler sonrası neredeyse her zaman merkezi yönetimin devreye girmesi halka "Sesinizi duyduk, sorununuzu anladık" mesajı vermeyi amaçlar. Sonuç olarak, ortaya çıkan manzara yerel yöneticilerin yetersizliği ve beceriksizliğine karşı sorunu hızla ve halkın talepleri doğrultusunda çözen, halkın sesini duyan ve halktan yana bir merkezi yönetim görüntüsüdür. Velhasıl, ÇKP muktesebatında sık sık vurgulanan "Çin'in efendisi Çin halkıdır" sözü tamamıyla bir retorikten ibaret değildir. Çin yönetiminin her gösteriyi doğrudan doğruya rejim veya ÇKP karşıtı olarak gördüğüne ilişkin yaygın inanç ise bir Amerikan yalanından başka bir şey değildir. 

Yine bilinenin aksine, ÇKP halkın görüşlerine sanılandan fazla baş vurur, danışır. Özellikle son on yıldır, sokaklar, alış-veriş merkezleri, metro istasyonlarında devlet-Parti görevlisi gençlerin ellerinde anket formlarıyla (kimlik bilgisi istemeden) hükümet politikalarıyla ilgili sorular sorduğuna, öneriler ve istekleri aldığına sıkça tanık olursunuz. Bu danışma faaliyetine yerel Parti örgütlerinin (ki çok yaygındır) çalışmalarını da eklemek gerekir.

Son günlerdeki gösterilerde de polis çok az yerde fiziki müdahalede bulundu. O müdahale bile yine Covid-19 önlemlerine dayandırıldı. Bizim buradaki -Wuhan- birkaç gösteride ise hiçbir müdahalede bulunmadı. Birkaç polis uzaktan izleyip gitti. ABD'de "Black lives matter" gösterilerinde Amerikan polisinin uyguladığı vahşi şiddet ve Fransa'da "Sarı Yelekliler"in gösterilerindeki polis şiddetiyle karşılaştırıldığında Çin polisinin müdahalesi adını anmaya bile değmez.

Çin'de vaka sayıları ve Batı'da durum

Konuyla ilgilenenler özellikle son altı aydır Avrupa'nın neredeyse Covid'in adını bile anmadığını fark etmişlerdir. Resmi kaynaklar ne Covid önlemlerinden bahsediyor ne de vaka sayılarından. AB'nin kulağının üstüne yattığını söylemek pek yanlış olmaz. Dünya Sağlık Örgütü'nün Covid-19'un pandemi olmaktan çıktığı (ya da çıkmakta olduğuna) ilişkin açıklaması da AB'nin elini rahatlattı. Buradaki bazı sağlıkçı dostlara göre "Tüm nüfusun en az üç doz aşılanmış olmasının bir rahatlama ve gevşeme yaratmış olması da muhtemel". Oysa bu virüse karşı tam olarak etkili bir aşının olmadığı artık herkesin anladığı bir gerçek. Piyasadaki aşıların etkililik oranı da birbirine çok yakın. Dört doz mRNA aşısı (bu teknolojiyle üretilen aşılardan birini) olanlarla geleneksel aşıdan aynı doz vurulanların tekrar Covid'e yakalanma oranlarının eşit olduğu görülüyor. Peki, bu durumda Avrupa'nın (genel olarak) batının Covid sessizliğinin başka bir anlamı-nedeni olabilir mi? Buradaki dostlara göre, küresel ekonomik durgunluk beklentisi-korkusu ve enflasyonla mücadelenin ağır zorluklarıyla boğuşan Avrupa (Batı), bir de Covid ile mücadelenin getireceği ağır yükten endişe ediyor ve bu yüzden gözden uzak tutmayı tercih ediyor.

Peki, vaka sayıları Çin'de neden yüksek? Daha doğrusu, neden Çin'de vaka sayılarının yüksek olduğu veya artmakta olduğu söyleniyor. Bunun cevabı Çin'in "sıfır vaka" politikasında aranmalı. Bu politika gereği, bir aparmanda, fabrikada, bölgede vs Covid-19 vakalarına rastlandığında, bu vakaların çevresi ta üçüncü halkaya kadar teste tabi tutuluyor. Örn. on kişide virüse rastlanmışsa, bu üç halka ve arada rastlanan diğer vakalar için oluşturulan halkalar derken on kişilik vaka için taramalar binleri bazen ise milyonla ifade edilen rakamları buluyor. Bu kadar geniş çaplı tarama testlerinin bu sonuçları vermesinde şaşılacak bir şey yok. Bu çapta testler AB-ABD'de uygulansa acaba hangi sonuçlar elde edilir? Üstelik 1,4 milyar nüfusa sahip Çin'de 40 bin vaka sayısından söz ediyoruz, milyonlardan değil.

Wuhan kapanmasından bugüne...

Wuhan'da ilk Covid-19 salgını tespit edilip kapanma başladığında (23 Ocak 2020) şehirde değildim. Üç gün önce on günlük kış tatili için Liaoning'e gitmiştik. 72 günlük o kapanma sürecinin iki aylık bölümünü Hong Kong'da geçirdik. Kapanma sürecini şehirde yaşayanlar için içeride (şehirde) olmak, bizim gibi bir şehirden diğerine dolaşanlar içinse dışarıda olmak zordu. Salgın hakkında bilinenler çok sınırlı ve ağırlıkla önceki SARS salgınından edinilen bilgi ve tecrübelere dayandığı için salgın-sağlık önlemi adı altında yürütülen uygulamalar da bezdiriciydi. Yetmiş beş gün sonunda Wuhan'a döndüğümde kendimi sanki sürgünden dönmüş gibi hissetmiştim. Wuhan halkı o 72 günlük kapatmanın gerekli olduğunu kabul etti, sükunetle karşıldı ve dayanışma ile o günleri aştı ve korkunç bir hızla yayılan salgını yendi.

Wuhan, sıkı sağlık önlemleri ve bazı kısıtlamalarla, sanırım bir yıl kadar "temiz bir kent" olarak kaldı. Fakat dünyaya yayılan virüs çeşitli Çin kentlerinde de görülmeye başladı. Sonunda, geçen yıl yaz aylarında Wuhan'a geri döndüğü görüldü. Yaşadığım bölgede görülen yüz kadar Covid-19 vakası nedeniyle bölge karantinaya alındı ve bütün test sonuçları negatif çıkana kadar iki hafta kapatıldı. 72 günlük ilk kapanmaya kıl payı yakalanmamış biri olarak payıma bu iki haftalık kapanma düştü. 

O bölgenin salgın için riskli bir yer olduğunu düşünüp görece güvenli saydığımız bir bölgeye taşındık. Aradan henüz iki aya yakın bir zaman geçmişti ki yeni taşındığımız bölge karantinaya alındı ve iki hafta kapatıldı. Karantina başladığında şehir dışındaydım ve geri dönüp on gün daha kapalı kalmayı gözüm kesmediği için kente dönmedim. Geçen zaman içinde, kentin çeşitli bölgelerinde bazıları küçük çaplı karantina ve kapanmalar yaşandı, tarama testleri (ve aşılama) neredeyse ara vermeden devam etti. Kapanma, bir üniversitede tespit edilen vakalar nedeniyle o üniversitenin bir ay süreyle kapanmasına kadar vardı. Çin genelinde kapanmalar artıp tarama testleri sıklaştıkça insanların sabrı da zorlanmaya başladı.

Bezdiren "sıfır vaka" politikası

Yine Coronavirus familyasından olan SARS salgını sırasında Hong Kong'da yaşıyordum. Covid-19'a göre çok daha ölümcül olan bu virüs Çin'i çok korkutmuştu. Bugün uygulanan "sıfır vaka" politikası SARS salgınına karşı uygulanan mücadele yöntemlerinin Covid-19'a uyarlanmasından ibaret denebilir. Mücadelenin -politikanın- önceliği temas ve dolayısıyla bulaşma zincirini kırmak. Bunun en etkili yöntemi ise kapanma-izolasyon ve yaygın tarama testleri. Fakat durum öyle bir hal aldı ki, defalarca tarama testleri, defalarca karantina ve kapanma ve aşılamalar derken artık o sabırlı ve sakin Çinlilerin bile sabrı zorlanmaya başladı. Oysa bir yıldır buradaki bazı uzmanlar Wuhan'daki etkili kapanma ve ardından gelen aşılama ve oluşan farkındalıkla virüsün kitlesel yayılımının önüne geçildiğinden ve bu yüzden kitlesel (kapanma) önlemlerinden bireysel önlemlere geçilmesi gerektiğinden, sadece enfekte bireylerin karantina-izolasyonu ve dikkatli takibinin etkili bir mücadele yöntemi olduğundan bahsediyorlardı. Fakat aşağılara -yerel yönetimler ve orta-alt kademelerine- doğru indikçe göze batan yönetim zaafları, çapsızlık ve yöneticilerin bir Wuhan başarısı yaratma aşkı sonunda Şincan-Uygur bölgesinde karantinaya alınan bir binada faciaya neden oldu. İnsanlar binadan dışarı çıkamadıkları için çıkan yangında on kişi yanarak can verdi. Önlemlerden artık bezmiş olan insanların sokaklara dökülmesine yol açan, gösterilerin fitilini ateşleyen işte bu facia oldu.

Birçok kent ve yerleşim biriminde birkaç gün süren gösteriler sonunda, ÇKP üst yönetiminin soruna el atması, merkezi yönetimin devreye girmesiyle sonuçlandı. İnsanlar seslerini duymasını istedikleri yere duyurmuşlardı. "Sıfır vaka" politikası rafa kalktı ve buradaki uzmanların bir yıldır söz ettiği (Batı'daki önlemlere çok benzer) bireysel önlemlere geçildi.

Peki, Çin üst düzey-merkezi yönetimi (Şi Cinping yönetimi) bu uzmanların bir yıldır söylediklerini neden duymadı ve konuya el atmadı. Bilinenin aksine, Çin yönetimi bir kurumun görev alanına, işine pek karışmaz. O kurum veya görevlendirilen komisyon işini yaparken epeyce özerktir. Dolayısıyla, Salgınla Mücadele Komisyonunun işine karışılmadı. Şimdi, muhtemelen komisyonda bazı görevden almalar olacak ve uygulmaya konulan yeni politikayı yönetmeye uygun görevlendirmeler yapılacaktır. 

Neden bu kadar beklendi?

Geliştirilen aşıların hiçbirinin virüsü ortadan kaldırmadığı ve yayılmayı önlemediği gerçeğinden hareketle, Covid-19'un mutasyon geçirerek daha uzun bir zaman bizimle birlikte olacağı düşünülüyor. Dolayısıyla, Çin gibi 1,4 milyar nüfus ve geniş bir coğrafi alana sahip bir ülkede virüsün yayılmasının kontrolden çıkması halinde Batı'daki gibi geniş kapsamlı kapanma ve kısıtlayıcı önlemlere başvurmanın hem çok güç olacağı hem de bütün dünya için üretim yapan sanayi kuruluşlarını-ekonomiyi çok ağır etkileyeceği düşünülüyordu. Ayrıca, böyle büyük çaplı bir kapanma ve kısıtlama durumunda halka yapılması gereken ekonomik desteğin maliyeti çok yüksek olabilirdi. Bu yüzden, görüldüğü her bölgede "sıfır vaka" politikası uygulamak yani virüsü görüldüğü bölgeye hapsedip bulaşma zincirini kırmak ve yayılmayı bitirmek en uygun çözüm yolu olarak görüldü. Bu önlemin-politikanın bulaşma zincirini kırdığı ve yayılmayı durdurduğu bir gerçek; fakat sanayi kentlerinde aralıklarla ortaya çıkan kısa süreli (ortalama iki haftalık) kapanmaların ekonomiyi tökezlettiği gibi insanların sabrını zorladığı da bir başka gerçek.

"Sıfır vaka" politikası gibi katı önlemlere baş vurulmasını sadece yukarıda bahsedilen ekonomik gerekçelerle açıklamaya çalışmak konuyu anlamamış (veya eksik anlamış) olmak anlamına gelir. Burada diğer iki (ideolojik) nedeni de anmamız gerekiyor: 

1. ÇKP ta en başta, Wuhan'da ortaya çıktığında, Covid-19'u mutlaka yok edilmesi gereken bir insanlık (insan sağlığı) düşmanı olarak tanımladı. Dolayısıyla, yok edilmesi gereken bir düşmana karşı kullanılan yöntem de katı hatta sertti. Buna bir de merkezden yerel yönetimlere doğru uzaklaştıkça (özellikle orta-alt yönetim kademelerinde) ortaya çıkan yetersizlik-beceriksizlik de eklenmelidir. Uygulanan politika ve alınan önlemlerin insanların sabrını taşıracak noktaya ulaşmasında bu yöneticilerin yetersizliğinin ve beceriksizliğinin rolü de göz ardı edilmemelidir.

2. ÇKP, sağlıklı yaşam ve sağlık hizmetini en temel insan haklarından biri olarak görür. Dolayısıyla, Covid-19 ile mücadeleyi aynı zamanda bir insan hakları sorunu olarak gördü.

Şon olarak, şu iki noktayı not ederek bitirmek istiyorum:

1. "Sıfır vaka" politikası, büyük nüfus ve yerleşim alanı genişliği nedeniyle, kentlerde ancak zorunlu hallerde, acil durumlarda uygulanabilecek bir mücadele yöntemi. Daha çok köy kasaba gibi küçük-orta büyüklükteki yerleşim birimleri için uygun. Köy-kasaba ve kenti aynı çuvala atmak, aynı mücadele yöntemlerini uygulamak-dayatmak ÇKP açısından kenti, kentliliği ve kent kültürünü anlamakla ilgili bir soruna işaret ediyor olabilir. Daha önceki bir yazımda ÇKP'nin kodlarındaki köylülüğü aşamamış olmak gibi bir sorunla yüzleşmesi gerekeceğinden bahsetmiştim.

2. Çin'de kontroldan çıkmış bir salgın veya hızla artan vaka sayısı falan yok. Bu konudan yukarıda bahsedildi. Batı, işi Çin yönetimi kadar sıkı tutsa ve bu kadar yaygın test uygulasa vaka sayılarının Çin'e fark atması işten bile değil...

16 Kasım 2022 Çarşamba

ÇKP'nin 20. kongresinden izlenimler-II: Çin-ÇKP’yi liberallerden öğrenmek

Memleketteki sosyalist solun Çin ve ÇKP’ye bakışında liberallerin-liberal tezlerin etkisinin sanılandan fazla olduğuna dair bir kanaat taşıyorum. Örn. BirGün gazetesinde yazdığım bir yazının Twitter mesajının altına (BirGün’ün Twitter hesabı) kendini sosyalist olarak tanımlayan ve sosyalist basında yazan biri “Xi Jinping bunu beğendi” diye yorum yazmıştı. Oysa, kullanılan lümpen dilin ayıbı bir tarafa, Çin-ÇKP hakkında bütün bildikleri liberallerin anlattığı distopyadan ibaretti. Maalesef böyle eş-dostun sayısı hiç az değil. Oysa o yazı Çin-ÇKP övgüsü yapmıyor; o ve onun gibilerin liberallerden edindikleri Çin-ÇKP ezberi dışında bir şeyler söylüyordu. Böyle eş-dostun sık sık dile getirdiği “Çin’de demokrasi eksikliği” eleştirisindeki demokrasi bile liberal demokrasi/temsili demokrasi, sosyalist demokrasi değil. Liberallerden edinilen ezberle konuşmanın demokrasi konusunda böyle kafa karışıklığı gibi can sıkıcı yan etkileri de vardır.

Batı kapitalizmi entelijansiyasının (Batılı liberaller) başlattığı ve dünyanın geri kalanındaki hempalarının da katıldığı entelektüel terör sosyalist solda Çin-ÇKP hakkında liberal tezler dışında, o tezleri yok sayarak değerlendirme yapma konusunda bir çekingenlik, belki de Çin yanlısı görünme endişesi, yaratmış gibi görünüyor. Oysa endişe edilecekse, söylenenlerin ve yapılan değerlendirmelerin liberal tezler ve onların distopya anlatısı (Çin distopyası) ile yakın benzerlik göstermesinden veya onların anlattığını geçerli veri kabul etmekten edilmelidir.

Liberaller Çin'e bakışı aynı zamanda bir ahlaki duruş sorunu olarak da dayatıyorlar. Oysa ahlak konusu edilmesi-utanılması gereken tutum, muteber entelektüel kabul edilmek için Amerikancılık veya Batı kapitalizmi muhipliği (yani emperyalizm yancılığı) yapmaktır, Çin ve ÇKP'yi onların (liberal tayfanın) tezlerini yok sayarak değerlendirmek değil.

Yazının bu bölümünde ÇKP kongresi izlenimlerini aktarmaya liberallerin tezlerini de irdeleyerek devam edeceğiz.


ÇKP içinde hizip hülyası


ÇKP Merkez Komitesinin yaptığı atama-seçimler öncesinde, Batı kapitalizmi muhipleri (liberal tayfa) Wang Huning'i iki Başbakan adayından biri olarak görüyordu (diğer aday Wang Yang idi). Liberallere göre, Huning, Hu Jintao hizbinden olduğu için atanması durumunda Şi ile yetki paylaşımı sorunu yaşanabilirdi. Aslında, yetkinin Hu hizbi ile Şi arasında bölüneceğini öne sürüyorlardı. Şi, Huning'i (liberallerin beklediği “ya Başbakanlık ya tasfiye”nin aksine) Daimi Komite'ye aday gösterdi ve ÇKP içinde hizip hülyası gören -aslında hizip arzusu taşıyan- liberaller bir kez daha yanıldı. Ayrıca, Parti üstünde hiçbir yetkisi kalmadığı gibi, itibarını da kaybetmiş Hu Jintao'ya hizip kurabilecek itibar ve güç atfetmek ve bir hizip lideri çıkarmak tam bir liberal fantezi örneği. Çin-ÇKP'yi bu insanlardan öğrenmeye çalışmak yerine doğrudan Washington Post, NY Times, Foreign Policy gibi yayınları izleyin. Hiç değilse ilk kaynaktan bilgi edinmiş olursunuz. Zira aynı şeyleri söylüyorlar. 


Kaldı ki ÇKP, Batı'daki burjuva partileri gibi içinde o bildik muhalefet güçleri/hizipleri vs olan bir parti değildir. Öyle bir parti gibi göstermeye çalışanlar Amerikan politikacıları ve diplomasisi ve Amerikalı-Batılı akademyadır. Her partide farklı düşünceye, bakış açısına sahip olanlar olduğu gibi ÇKP içinde de vardır. Fakat bunlara hizip demek için Amerikancı-Batıcı “Beyaz Adam” bakış açısına sahip olmak gerekir. ÇKP içinde Batı’nın burjuva partilerindeki gibi hizipler arayanlara, saçma göründüğünü bile bile, naçizane bir önerim var: İlla hizip arayacaklarsa, aradıklarını bulmayı kolaylaştıracağı için ÇKP’nin içine değil dışına bakmaları daha amaca uygun olur. “Yeni solcu” yakıştırmasıyla anılan, uzun zaman önce ÇKP ile yollarını ayıran (aralarında dostlarım bulunan) ortodoks Maocular halen Parti içinde yer alıyor olsalar bildiğimiz anlamda bir hizip olurlardı.


Başta ABD ve İngiltere olmak üzere Batı diplomasisi ve Batı kapitalizmi muhipleri (medya ve akademya) ÇKP’yi içi hizip, rekabet ve çıkar kavgaları kaynayan ve dolayısıyla iç yapısı sağlam ve sanıldığı gibi güçlü olmayan bir parti gibi göstermeye çalışıyor. Bu akademisyenlerin bir kısmı düpedüz Batı kapitalizmini ideolojik ve kültürel olarak yeniden üretmeyi vazife edinenler. Diğer bir kesim ise, siyaset gibi sıradan, günlük bir eylem alanını bilim kılığına (siyaset bilimi) sokabilmek için ÇKP’ye Amerikan(cı) akademyanın icat ettiği kuramlar ve eğilim ile bakanlardan oluşuyor. Amerikan Demokrat Parti, Cumhuriyetçi Parti ve İngiltere İşçi Partisi ya da Muhafazakar Parti gibi bir burjuva partisine nasıl bakıyorlarsa, nasıl tanımlıyorlarsa ÇKP'ye de o kuram ve tezlerle bakıyorlar. Daha açık bir ifadeyle, önceki cümlede geçen Batı’nın burjuva partileri kuramsal olarak neyse, nasıl bir partiyse ve nasıl işliyorsa, ÇKP’de aşağı yukarı aynı kuramsal çerçeve içinde yer alan bir partidir. Bu kuramsal bakış açısını devam ettirirsek, yukarıda anılan o Batı’nın burjuva partileri içinde ne varsa, ÇKP içinde de o olmalıdır sonucuna varırız: Hizip, çıkar kavgaları, muhalefet grupları, rekabet vs. Bir siyasi parti içinde bunlar yaşanmıyorsa veya parti bu özellikleri göstermiyorsa, siyaset biliminin siyasi parti kuram(lar)ı kahvehane muhabbetinden öte bir anlam taşımaz. Kahvehane muhabbeti bilim olmayacağına göre, ÇKP içinde de mutlaka burjuva partilerindeki gibi hizipler, çıkar grupları, rekabet vs olmalıdır ki batılı siyaset biliminin siyasi parti kuram(lar)ı işe yarasın; gereksiz laf kalabalığı olarak görülmesin.


Liberallerin merkez-çevre tezi açısından Çin ve ÇKP


Bu absürd tez gerçekte devletin sınıfsal karakterini bulanıklaştırmayı ve gizlemeyi amaçlıyor. Merkezde yer aldığını söyledikleri "elitler" sadece bir liberal fanteziden ibaret. O "elitler" diyerek bulanıklaştırmaya ve gözden kaçırmaya çalıştıkları "şey" düpedüz ve açıkça kapitalist sınıftan ibaret. Merkezde yer alan elitlerin gücüne karşı çevrede yer alan ve merkezin itip-kaktığı, ezdiği bazı (dezavantajlı) kimliklerin-grupların (sınıflar değil) merkezi sıkıştırması... Tezin özeti bu. 


Batı kapitalizmi yanlıları Çin-ÇKP’ye de bu tez ile bakıyorlar. Bu absürd tez ÇKP’ye uyarlandığında, "elitler" Parti yöneticileri olan eski kuşağın bugün Partide üst düzeylerde görev yapan çocukları yani "prensler" oluyorlar (Oysa o prenslerin Parti içinde sayısı da etkisi de epeyce azaldı). Bu “elitler”e, tabii ki (merkezde yer alan) rüşvet, yolsuzluk ve çıkar ilişkilerine bulaşanlar ve güç istismarı yapan çeşitli grupları da eklemek gerekiyor. Çevre ise haliyle bu "elit merkez"e karşı güç mücadelesi yapanlardan oluşuyor. Bu "çevre" torbasının içine herkesi atabilirsiniz; ama sınıftan söz etmeden. Başta Uygurlar olmak üzere (hatta Çin karşıtı Hong Konglular, Tayvanlılar da), Tibetli rahipler-keşişler, geçim sıkıntısı yaşayanlar, Covid-19 kapanmalarına “sıkıldık artık, yeter!” diyen cesur “kahramanlar”, iş bulmakta zorlanan üniversite mezunları, prenslerden olmadıkları için Parti içinde önü kesilen-yükselemeyen kadrolar ve tabii ki bir türlü bağımsız örgütlenme olanağı bulamayan kapitalistler (ki liberallerin en ön gözde grubudur) vs... Görüldüğü üzere, torbada "dezavantajlı kimlikler ve gruplar olarak" andıkları herkes var; ama işçi sınıfının adı bile anılmıyor. Oysa asıl "dezavantajlı grup" neredeyse tamamıyla işçi sınıfından oluşuyor. Fakat liberallerin siyasete bakışında ve devlet anlayışında sınıf ve sınıf çatışması yoktur; kimlik çatışmaları vardır.


ÇKP’de kim önerir, kim atar-seçer


Merkez Komite, Siyasi Büro (Komite) ve Daimi Komiteye seçilecek kişileri Genel Sekreter'in belirlediği iddiası gerçeği tam olarak yansıtmaz. Genel Sekreter önerir, Merkez Komite o kişileri çoğunlukla seçer; fakat her zaman değil. Bazen bunun aksi yani Genel Sekreter önerdiği halde atanmayanlar veya önermediği halde Merkez Komitenin önerisiyle atananlar da olur. Örn. Şi Cinping, Parti hiyerarşisinde Jiang Zemin’in yaptığı engellemeye rağmen yükselmiştir. Jiang ve Şi arasındaki uzlaşmazlık, Jiang'ın kapitalistlerin parti üyeliğinin önünü açmasıyla (2001) su yüzüne çıkmıştı; fakat bununla sınırlı değildir ve daha önceye dayanır. Şi, sınırsız özelleştirme ve siyasi liberalleşme eğilimlerine (ve bunun Parti’ye etkilerine) karşı Jiang'la uzun zamandır fikir ayrılığı yaşamaktaydı. Bu uzlaşmazlık Jiang'ın devamcısı sayılabilecek Hu Jintao ile Şi arasında da sürmüştür. Şi’nin muhalif tutumuna Bo Xilai (Bo Şilay)'ın da eklenmesiyle bu muhalefet görünür olmaya başlamıştır. 


ÇKP içindeki görüş ayrılıkları Batı'nın burjuva partilerindeki olduğu gibi birkaç yüz kişi toplayıp bir hizip oluşturmak şeklinde değildir. ÇKP içinde ortak hareket eden böyle örgütlü birliktelikler yoktur -ayrıca, izin de verilmez. ÇKP'de hizipçilik, Deng Xiaoping'in "Dörtlü Çete" adını verdiği "kendilerini gerçek Maocu ve Mao'nun mirasçısı" sayan ekibin tasfiyesi ile bitmiştir.


Şi’nin Genel Sekreterlikten liderliğe yükselişi


BirGün yazarı Hayri (Kozanoğlu) hocaya göre, "Çin’de teamül bu görevin (ÇKP Genel Sekreterliği) en fazla iki kez üstlenilmesiydi" (01.11.2022 tarihli "Şi'nin üçüncü dönemi başlarken" başlıklı yazısı). Hayri hoca haklı; fakat mevzu biraz karışık olduğu için yazı hocanın meramını tam olarak anlatmıyor. Şöyle ki; Çin'de teamül, Deng Xiaoping'in önerisiyle yapılan anayasa değişikliği ile bu görevin en fazla iki dönemle sınırlanmasıydı. Üstelik Deng, Parti Başkanı (1982’de Genel Sekreter olarak değiştirildi) da değildi Devlet Başkanı da; o, her yetkiyi kullanabilecek kadar güçlü bir (efsane) liderdi. 


Deng, Parti ve hükümette (o yıllardaki Parti içi dengelerin kaygan zeminde durması nedeniyle) fazla göze batan liderlik görevlerinden kaçındı. Bununla birlikte, ÇKP Merkez Komitesi Başkan Yardımcısı (dolayısıyla ÇKP’nin Başkan yardımcısı), Daimi Komite üyesi, Askeri Komisyon Başkanı ve Merkezi Danışma Komisyonu başkanıydı. Yani resmen Genel Sekreter ve Devlet Başkanı olmasa da, bu görevlerin bütün yetkilerine sahipti ve Parti üstündeki belirleyiciliği de kesindi. Askeri konseyin başkanı olması nedeniyle, hem silahlı kuvvetlerin kontrolünü elinde tutuyordu hem de muhtemel bir karşı harekete karşı silahlı gücü elinde bulunduruyordu. 1987'de ÇKP'nin Merkez Komitesi ve Daimi Komite’deki görevlerinden ayrıldı. Böylece, reformlarına karşı çıkan veya direnen birçok yaşlı-eski kuşak parti önde gelenini de emekliliğe zorladı.           


ÇKP'yi iyi tanıyan biriyseniz, iki dönemlik "teamül"ün, olağan süreç olarak, olağan (daha doğru bir ifadeyle, ara dönemlerdeki "sıradan") ÇKP Genel Sekreterleri ve Devlet Başkanları için geçerliliği olduğunu tahmin edebilirsiniz. Mao, Deng ve şimdi de Şi Cinping ülkenin geleceği üzerinde ciddi değişim-dönüşümler yaratan vizyon sahibi kişilerdir; yani liderlerdir. Bu üç kişi (lider) dışındakiler ara dönemlerin olağan ÇKP sekreterleri, kendilerinden önceki dönemde oluşturulan politikaların uygulayıcıları veya takipçileridir. Ülkeye yeni bir yön çizecek donanım ve vizyona sahip kişiler olmadıkları gibi pek güçlü de değildirler.


Şi ve liderliğe yükselişi ayrıca ele alınması gereken kapsamlı ve derin bir konu. Bu konuda bir yazı yazmayı planlıyorum. O yüzden, lafı uzatıp okuyucunun sabrını sınamamak adına, bu konuyu şimdilik burada bırakıyorum.


Pragmatik yönü ideolojiye ağır basan ÇKP


ABD'nin “Çin distopyası” anlatısı Çin'i (tam anlamıyla) komünist ve ÇKP'yi de ortodoks Maocu gibi göstermek üzerine kurulu. Bu bakış ÇKP’yi bir ideoloji partisi olarak görmek zorundadır. Oysa ÇKP, pragmatik yönü ideolojiye ağır basan bir partidir. Yoksa (ideoloji partisi olan) bir komünist partisinin bir çeşit devlet kapitalizmi ile ne işi olabilir, o kapitalizmin kuyruğunu kendi tutsa veya kontrol etse bile...  ABD’nin bu bakışı-politikası (1) korktuğu rakibini "komünist öcü" olarak sunma politikasından ve (2) dış politikayla ilgilenen çevreler ve Amerikan diplomasisinin Çin'i bir türlü doğru anlayamamasından kaynaklanıyor. Birinci maddede bahsettiğim öcü gibi gösterme politikasının bu çevrelerde bir körlük yarattığını düşünüyorum. ÇKP, komünist Çin'den bahsettikçe ve komünizm övgüsü yaptıkça Amerikan çevreleri de Çin'i tam anlamıyla komünist sanıyorlar gibime geliyor. Amerikan cehaleti (devlet bile olsa) hiç hafife alınacak bir şey değildir, hele sözkonusu olan komünizm olduğunda... 


20. Kongredeki yeni seçim-atamalardan sonra, Amerikan-Batı kaynaklarının "Şi Cinping, Partiyi kendi yandaşı Maocularla doldurdu" iddiası ABD'nin önceki paragrafta bahsedilen "komünist Çin öcüsü" veya “Çin distopyası” uydurma politikasından kaynaklanıyor. Bu tabii ki fazla saçma bir iddia. Şi, her ne kadar Marksizm-Leninizm doktoralı olsa da, Amerikan kaynaklarının dediği gibi bir (ortadoks) Maocu olduğunu söylemek için Mao’yu-Maoculuğu ancak o kaynakların anlayabildiği kadar kıt anlamak gerekir. Günümüz ÇKP’si içinde artık ortodoks Maocu diyebileceğimiz kimselerin kaldığını pek sanmıyorum. Ortadoks Maoculuğa yakın, muhtemelen de sonuncu, sayılabilecek kişi Şi ile aynı kuşaktan olan Bo Xilai (Bo Şilay) idi. Bugün Parti içinde veya görevde olsaydı, çok büyük olasılıkla Şi’nin politikalarının da muhalifi olurdu.


Velhasıl, Merkez Komite tarafından yeni atanan kadrolar öncelikle yeni dönemin gerektirdiği donanıma sahip, bilgili, yetenekli, geçmişinde leke bulunmayan, görev ve sorumluluk almaya istekli ve Şi ile uyum içinde çalışacak kişiler oldukları için seçildiler, (ortodoks) Maocu oldukları için değil…


15 Kasım 2022 Salı

Çin Komünist Partisi'nin 20. kongresinden izlenimler-1

Çin Komünist Partisi'nin (ÇKP) 20. Kongresi (16-22 Ekim 2022) yerinde izlediğim üçüncü kongre. 2012'deki 18. Kongreden aklımda Hu Jintao'nun görevinin sona ermesi dışında pek bir şey kalmadı. O kongrede Xi Jinping (Şi Cinping) ÇKP Genel Sekreteri ve Devlet Başkanı seçilmişti. Sözün burasında yaygın bir yanlışı düzeltmek istiyorum: ÇKP Genel sekreteri seçimi ve diğer pozisyonlar için atama (ve seçimler) kongre devam ederken değil ÇKP Merkez Komitesinin kongrenin sona ermesinin ertesi günü yaptığı toplantıda yapılır. Bu seçim ve atamalar Ulusal Halk Kongresinin ilk toplantısında (yılda iki kez toplanır) onaylanır ve resmiyet kazanır, resmi olarak göreve başlayabilirler.

2017'deki 19. Kongre Şi, Çin'in o günkü durumu ve yakın geleceği hakkında içerik olarak dopdolu bir konuşma yapmış  ve Çin'in bir dünya gücü olarak ortaya çıkışına işaret eden bir vizyon sunmuştu. Konuşması, kendinden öncekilerde göre çok daha sağlam bir teorik donanımı ve Genel Sekreterlik kumaşındaki farklılığı gösteriyordu. Kısacası, o kongre Şi'nin lider olarak ortaya çıktığı, parladığı kongre oldu. 19. Kongre hakkında yazdığım "ÇKP kongresi, Çin yüzyılı" başlıklı yazıyı okumanızı öneriyorum (https://kamuraninnotdefteri.blogspot.com/2017/11/ckp-kongresi-cin-yuzyl.html). Bana göre, 20. kongre Şi'nin Genel Sekreterlikten liderliğe geçişinin Parti tarafından kabul edilip onaylandığı kongre oldu.


20. Kongre bugüne kadar izlediklerim içinde en heyecansız olanıydı. Şi'nin sunduğu raporda (Merkez Komite raporu), her kongrede olduğu gibi, 19. kongrede söylenenlerin üzerinden geçildi, o gün belirlenen hedefler bir kez daha hatırlatıldı, geçen beş yılda yapılanlar anlatıldı vs. Kongrelerde genel teamül Genel Sekreterin göreve gelmesinden itibaren yapılanlar ve gelecekte yapılacakların sunulmasıdır. Bu kez bir dikkat çekici farklılık yaşandı: Şi, göreve geldiğinde, 18. kongrede, Partide, ekonomide, toplumda durumun ne olduğuna ilişkin oldukça eleştirel bazı tespitler yaptı. Bu alışılmış bir durum değil. Kanaatimce, bu eleştiriler bir dönemsel kopuşu ifade ediyor.


Önceki döneme eleştiriler


Önemli bulduğum eleştirileri Şi'nin cümleleriyle başlıklar halinde şöyle özetleyebilirim:


- "Çin ekonomisi, akut yapısal ve kurumsal sorunlarla kuşatılmıştı. Kalkınma dengesiz, koordinasyonsuz ve sürdürülemezdi. Geleneksel kalkınma modeli artık ilerlememizi sağlayamıyordu. Kurumlarda kökleşmiş bazı sorunlar ve edinilmiş çıkarların oluşturduğu engeller giderek daha belirgin hale geliyordu."


- "Parti içinde, net bir anlayış ve etkili eylem eksikliğinin yanı sıra pratikte zayıf, içi boşaltılmış ve sulandırılmış Parti liderliğine doğru bir kayma da dahil olmak üzere Partinin liderliğini sürdürmeye ilişkin birçok sorun vardı. Bazı Parti üyeleri ve görevlileri siyasi görüş-inançlarında emin değildiler. (...) Ayrıcalık arayışındaki zihniyet ve uygulamalar ciddi bir sorun oluşturuyordu ve derinden sarsıcı bazı yolsuzluk vakaları ortaya çıkarıldı. Bazı Parti üyeleri ve yetkilileri, güçlü bir sorumluluk duygusundan, ağır zorluklarla boğuşma kapasitesinden ve işe koyulmak için gerekli hazırlıktan bugün de yoksundur. Gereksiz formaliteler ve bürokratik zorluklar çıkarma belirgin olmaya devam ediyor. Yolsuzluk yaratan alanları ortadan kaldırmak hala çok çaba gerektiren bir iştir.”


- (Toplumda) Paraya tapma, hedonizm, benmerkezcilik ve tarihsel nihilizm gibi yanlış-saptırılmış düşünce modelleri yaygındı ve çevrimiçi ortam-internet ortamı düzensizlik ifade eden söylemle doluydu. Bütün bunların insanların düşünceleri ve kamuoyu üzerinde ciddi bir etkisi oldu. (...) Bazı insanlar Çin'e özgü sosyalist siyasi sisteme güven duymuyordu. Çoğu zaman yasaların göz ardı edildiğini veya uygulanması gerektiği gibi uygulanmadığını gördük.


Şi'nin yukarıdaki eleştirileri (ve özellikle Parti kadrolarına yaptığı uyarılar) üzerinde durmaya değerdir. Çünkü, açıkça dile getirilmese de, özellikle Çinli kapitalistlerin ÇKP'ye üyeliklerinin önünün açılmasıyla (2001-Jiang Zemin dönemi) birlikte, geçen yirmi yılda, kapitalistler ile Parti kadrolarının yakınlaşmasının yarattığı yolsuzluk, güç istismarı, liberal eğilimlerin sesinin yükselmesi ve itibar görmelerinin yol açtığı siyasi-ideolojik yozlaşma sorununu ima ediyor. 18. Kongreden bugüne kadar (yani Şi döneminde) 4,52 milyon yolsuzluk konusu incelenmiş ve 4,44 milyon kişi (ki çoğu Parti içindendir) cezalandırılmış. Bunlar Çin için bile büyük sayılar.


Rapordan bazı önemli başlıklar


- Dikkatimi çeken en önemli iki başlıktan biri Şi’nin raporda ÇKP’nin liderlik özelliği ve liderlik gücüne defalarca vurgu yapması oldu (diğer başlık ekonomik-endüstriyel dönüşüm. Yazının ilerleyen bölümünde ele alacağız). Şi’nin sunumda belirttiği cümlelerle söylersek, “Parti liderliğini her bakımdan güçlendirdik. Çin Komünist Partisi'nin liderliğinin, Çin'e özgü sosyalizmin belirleyici özelliği ve sisteminin en büyük gücü olduğunu açıkça belirttik.” 


- 19. Kongrede ele alınan ağır yoksullukla mücadeleye son 4-5 yılda ÇKP büyük ağırlık verdi. Parti kadroları ve tabanı seferber edildi. Parti yöneticilerinin bölgelerindeki ağır yoksulluk sorununu çözmeden terfi etmeleri ve tayin olmaları durduruldu. Daha önce bu konuda BirGün’de birkaç yazı yazdım. 20. Kongre raporunda Şi, bu konuda şunları söyledi: “Çin'deki ağır yoksulluk sorununu kesin olarak çözdük. İnsanlık tarihinde yoksulluğa karşı verilen en büyük savaşı kazandık ve küresel yoksulluğun azaltılması amacına önemli katkılar sağladık. Toplam 832 yoksul ilçe ve 100 milyona yakın yoksul kırsal bölge sakini yoksulluktan kurtarıldı. 9,6 milyondan fazla yoksul insan, yaşanması zor bölgelerden başka bölgelere yerleştirildi. Ağır yoksulluğu ortadan kaldırdık ve her bakımdan makul düzeyde müreffeh bir toplum inşa etmeyi bitirdik. Böylece, Birinci Yüzüncü Yıl Hedefimizi (ÇKP’nin kuruluşunun yüzüncü yılı-1921) tamamladık. Şimdiki hedefimiz, her açıdan gelişmiş modern sosyalist bir ülke inşa etmek (İkinci Yüzüncü Yıl Hedefi olarak bilinir. Yani 1949’da kurulan Çin Halk Cumhuriyeti'nin yüzüncü yılı.” Bunlar 19. Kongrede belirlenen hedeferdir.


- Çin’in Covid-19 ile mücadele stratejisi olarak belirlediği “sıfır covid politikası” hakkında uzun süreli kapanmalar nedeniyle Batı’da çok laf edildi. Çin’in dörtte biri kadar bir nüfusa sahip ABD’de Covid-19’dan ölenler yüzbinlerle ifade edilirken Çin’de can kaybı 5 bin iki yüz ile sınırlı kaldı. Kongreye sunulan raporda bu konuda şunlar yer aldı: “Covid-19'un ani patlak vermesiyle mücadeleye başlarken, insanları ve hayatlarını her şeyin önüne koyduk. Hem dışarıdan gelen vakaları hem de yurtiçi yeniden ortaya çıkışları önlemek için çalıştık ve inatla dinamik bir sıfır-Covid politikası izledik. Virüsün yayılmasını durdurmak için topyekün bir halk savaşı başlatırken, insanların sağlığını ve güvenliğini mümkün olan en büyük ölçüde koruduk. Hem salgına müdahalede hem de ekonomik ve sosyal kalkınmada son derece cesaret verici başarılar elde ettik.”


- Tayvan sorunu ve "(Gerekirse) Askeri çözümü de dışlamayan bir ülke iki sistem esasına dayalı barışçıl yeniden birleşme çözümü"nün Parti tüzüğüne eklendi. Aslında bu yeni bir başlık sayılmaz. Çünkü bu konu 19. kongrede Parti tüzüğüne Hong Kong, Macao ve Tayvan'ı kapsayacak şekilde biraz farklı bir içerik ve vurguyla eklenmişti. 20. kongrede yapılan değişiklik "Bir Ülke, İki Sistem politikasını tam olarak, sadakatle ve kararlılıkla uygulamak... Tayvan'ın bağımsızlığını isteyen ayrılıkçılara kararlılıkla karşı çıkmak ve caydırmak" ifadelerinin eklenmesinden oluşuyor. Yapılan bu ekleme aslında bir üst düzey kararlılık gösterisi. Verilen mesaj Amerikancı Tayvan yönetimine ve ABD emperyalizmi ve işbirlikçilerine. 


- Parti tüzüğüne eklenen bir diğer başlık "ortak refah vizyonu ve yeni kalkınma modeli" konusu. Kongreye sunulan raporda Şi, "Yüksek standartlı dışa açılmayı teşvik etmeli, yurt içi ekonomiye odaklanan ve yurt içi ve yurt dışı ekonomik akışlar arasındaki pozitif etkileşimi ön plana çıkaran yeni kalkınma modelini teşvik etme çabalarını hızlandırmalıyız" dedi. Bu bulanık ifadeler, benim gibi ekonomi bilgisi kısıtlı biri için bile, küresel ekonomik durgunluk beklentisi ve ABD'nin Çin'i sıkıştırma politikalarına karşı iç pazarın güçlendirilmesi ve bunun için alım gücünün yükseltilmesine ilişkin bir programdan söz etiği açık. Şi’nin önemli tezlerinden olan "Ortak refah vizyonu" üzerinde uzun uzadıya durulması gereken bir konu. Zira Çinli kapitalistlerin “ortak refah” anlayışına nasıl ikna edilecekleri veya ortak refahtan onların ne anladığı epeyce çetrefilli bir konu. Bu konuda yakında ayrı bir yazı yazmayı planlıyorum.


Uluslararası ilişkiler ve hegemonya konusu


Uzun bir zamandır, Batı kapitalizmi entelijansiyası-muhiplerinin iddialarının aksine, Çin’nin hegemonya peşinde olmadığını, ABD’nin yerini almak gibi bir hedefinin bulunmadığını yazıyorum. Sonunda, bu konu Şi’nin kongreye sunduğu raporda da vurgulandı ve hegemonya arayışı kesin bir dille bir kez daha reddedildi. Bu konu raporda şu cümlelerle yer aldı: 


“Çin, gelişmenin hangi aşamasına ulaşırsa ulaşsın, asla hegemonya veya yayılmacılık peşinde olmayacaktır. Çin, diğer ülkelerle dostluk ve işbirliğini sürdürürken Barış İçinde Bir Arada Var Olmanın Beş İlkesine bağlı kalmaktadır (Bu ilkeler: Egemenlik ve toprak bütünlüğüne karşılıklı saygı. Karşılıklı saldırmazlık. Birbirlerinin iç işlerine karışmama. Eşitlik ve karşılıklı yarar. Barış içinde bir arada yaşama.K.Kızlak) (…) Çin, yeni bir tür uluslararası ilişkileri teşvik etmeye, eşitlik, açıklık ve işbirliğine dayalı küresel ortaklıkları derinleştirmeye ve genişletmeye ve diğer ülkelerle (ortak) çıkarların daha da artmasını sağlamaya kararlıdır. (...) Çin, Birleşmiş Milletler, uluslararası hukuk tarafından desteklenen uluslararası düzen ve BM Şartı'nın amaç ve ilkelerine dayanan uluslararası ilişkileri yöneten temel normlar ile uluslararası sistemi korumakta kararlıdır. Her türlü tek taraflılığa ve belirli ülkeleri hedef alan blokların ve özel grupların oluşturulmasına karşı çıkmaktadır. (...) Çin, DTÖ ve APEC gibi çok taraflı kurumların rollerini daha iyi oynaması, BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü (SİÖ) gibi işbirliği mekanizmalarının daha etkili olması ve yükselen piyasaların ve gelişmekte olan ülkelerin daha iyi temsil edilmesi ve küresel ilişkilerde daha fazla söz sahibi olmasını sağlamak için çalışıyor.”


Bu uzun alıntadaki diplomatik cümleleri şöyle tefsir edebiliriz: Çin, basitçe ABD’nin yerini dolayısıyla gücünü de devralacağı ve yeni hegemon güç olma peşinde değil ve böyle bir oyun kurgulamıyor. Silinen hegemon-emperyalist  gücün elindeki gücün bu bağımsız uluslararası kurumlara devredildiği, hegemon gücün yerini bu kurumların aldığı bir uluslararası düzen kurulmasının arayışı-çabası içinde. Çin, bu uluslararası kurumların ABD’nin -hegemon gücün- yerini alması ve uluslararası düzenin sağlanması için bağımsız, adil ve etkin çalışmasını öneriyor. Ayrıca, ABD’nin yürüttüğü Çin’i sıkıştırma ve yükselişini durdurma politikalarına karşı Çin, giderek genişleyen ve daha etkin çalışan işbirliği alanları oluşturmaya devam edeceğinden bahsediyor.


Ekonomik dönüşüm vizyonu


Ekonomi/sanayide yüksek teknoloji, dijital teknoloji, dijitalleşme dönüşümü. Bence bu kongrede üzerinde durulması gereken en önemli nokta -belki de tek yenilik- Şi'nin açıkladığı bu ekonomik-endüstriyel dönüşüm vizyonuydu. Kongrede ekonomi üzerine daha ayrıntılı sunum yapan görevliler-Parti kadroları defalarca yüksek teknoloji, dijital teknoloji, dijitalleşme gibi kavramları kullandı. Bu dönüşüm programı o kadar önemli ki, kilit pozisyonlara yapılan atamalar neredeyse tamamen bununla ilişkili. Çin ekonomisi-sanayi bir teknolojik dönüşüm geçirmeye ve teknolojik bağımlılıktan tam anlamıyla kurtulmaya hazırlanıyor.


Bunun nasıl yapılacağı-başarılacağını Şi’nin sunduğu rapordan alıntılayalım: “Yeni gelişen/ortaya çıkan stratejik endüstri alanlarının entegre ve kümelenmiş gelişimini destekleyeceğiz ve yeni nesil bilgi teknolojisi, yapay zeka, biyoteknoloji, yeni enerji, yeni materyaller, en son teknoloji ekipman ve yeşil endüstri gibi yeni büyüme motorları geliştireceğiz.(...) Çin'in stratejik bilim ve teknolojideki gücünü artıracak, yenilik (inovasyon) kaynaklarını daha doğru dağıtacak ve mevcut durumlarını iyileştirmek için ulusal araştırma enstitülerinin, ileri düzey araştırma üniversitelerinin ve önde gelen yüksek teknoloji işletmelerinin rollerini daha iyi tanımlayacağız. Çin'in yenilik sisteminin genel performansını artırmak için ulusal laboratuvarlardan oluşan bir sistem kuracak, uluslararası ve bölgesel bilimsel ve teknolojik yenilik merkezlerinin gelişimini koordine edecek, temel bilimsel ve teknolojik kapasiteyi artıracak ve bilim ve teknoloji sektöründen daha iyi stratejik girdiler sağlayacağız.”


Yeni atamalar-seçimler


Yeni atama-seçim yapılacak kilit pozisyonların en önemlisi ÇKP’nin iki numaralı koltuğu olarak anılan Başbakanlık. Kongre öncesi buradaki dostlarla iki olası Başbakan adayı belirlemiştik. Bunlar Wang Yang ve Li Qiang idi. Kongre'de Şi'nin konuşmasını ve daha sonra ekonomi-sanayi üzerine rapor sunan diğer yetkilileri dinledikten sonra, Li'nin atanmasına neredeyse kesin gözüyle bakmaya başladık. Li, Şanghay Parti Sekreteriydi. Görevi sırasında Şanghay'ı Şi'nin rapor sunumunda bahsettiği o teknolojik yatırımların üssü haline getiren, Tesla'nın Şanghay'da dünyadaki ikinci büyük fabrikasını kurmasını sağlayan kişiydi. Kısacası, bu alanda çok başarılı, yıldızı parlak biriydi. Şi'nin bahsettiği ekonomik/endüstriyel dönüşüm programı için tam aradığı kişiydi. Li, Parti kadroları arasından Şi'nin keşfettiği, desteklediği ve terfi ettirdiği biriydi. Dolayısıyla, Şi'ye bağlılığı tartışılmaz birisi.


Mevcut Başbakan Li Keqiang, yaşı nedeniyle emekli oldu (ÇKP’de görev almak veya görevli olmak için 68 yaş sınırı vardır. Li Keqiang, gelecek yıl 68 yaşına girecek -veya zaten 68 yaşında olabilir). Yani Batı kapitalizmi muhiplerinin, Çin-ÇKP cahili çok bilmişlerin dediği gibi "önceki Başkan Hu Jintao'nun ekibinden (onlara göre hizbinden) olduğu" için tasfiye edilmedi. ÇKP içinden konuyu iyi bilenlere göre Li Keqiang, bahsedilen ekonomik-endüstriyel dönüşüm vizyonuna uygun donanıma sahip değildi. Dolayısıyla, yaşı uygun olsa bile dönüşümü yönetecek kişi o olmazdı. Aynı şekilde, adı Başbakanlık için geçen Wang Yang'da o donanıma sahip olmadığı için tercih edilmedi. Wang ve Li (Qiang)'ın her ikisinin de Şi'ye bağlılıkları tartışılmaz. Yani mevzu iki isimden birinin Şi'ye daha bağlı olması değil, liyakat. (Devam edecek...)